Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı'yı ve Hatta Devlet Kurumlarını Tehdit Eden Kişiler, Bu Cesareti Nereden Buluyorlar?
 

Uzun zamandır bir kısım basında, belli birkaç kişinin maşa olarak kullanılmasıyla müvekkil Adnan Oktar ve arkadaşları hakkında itibar suikastına yönelik bir çabanın hüküm sürdüğü herkesçe çok iyi bilinmektedir. Söz konusu grup, arkasında kendilerini destekleyenlerle birlikte, müvekkil ve arkadaşlarına yönelik dava ve suçlamaların açık bir kumpas üzerine kurulu olduğunu ve bu kumpasın mimarları olduklarını ayan beyan göstermiş bulunmaktadırlar. Müvekkil ve arkadaşlarına hiç yaşam hakkı verilmemesini, adaletle yargılanmamalarını böylesine ihtirasla isteyen, hatta onların yok olmaları gerektiğini bu kadar aleni dile getiren bir topluluğun şiddetle husumet beslediği açıktır. Bu topluluğun, husumeti açıkça dile getirmenin yanı sıra, bu uğurda hakimleri, savcıları, devlet büyüklerini, bakanları dahi TEHDİT EDECEK bir akıl tutulmasına girmeleri BU DAVANIN NASIL BİR DÜŞMANLIK ÜZERİNE KURULU OLDUĞUNU fazlasıyla göstermektedir. Öyle ki, ülkemizde şehitler vermemiz, maden faciaları yaşamamız, milletçe afetlerle-acılarla boğuşmamız bu kişileri adeta hiç ilgilendirmemekte, varsa yoksa müvekkil ve arkadaşlarını yok etme planları üzerinden tehditler yağdırmaktadırlar.  

Bu şahıslar, yaşadıkları öfkenin, Adnan Oktar davasının bir husumet davası olduğunu ortaya çıkardığını anlayamayacak kadar akıl tutulması içindedirler. Açıkça, "kumpası biz yaptık, hedefimiz sizi yok etmek ve bu uğurda önümüze geleni tehdit ederiz" diyecek kadar pervasızlaşmışlardır. Husumetin şiddetinden dolayı, bir oyun oynadıkları gerçeğini gizleyemez hale gelmişlerdir.  

Geldiğimiz şu aşamada, muhtemelen bu şiddetli kinin getirdiği akıl tutulmasından olsa gerek, 1999 davası sonrasında verilmiş olan işkence raporlarının geçersiz olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmiş ve bu konuda Adli Tıp Uzmanı, Profesör Doktor Şebnem Korur Fincancı’yı suçlayarak bir gündem oluşturmak istemişlerdir. Ancak kamuoyundan aldıkları yoğun tepkiler nedeniyle umduklarına ulaşamamışlardır.  

Bu konuda kamuoyuna kısaca bir açıklama yapmak gereği hasıl olmuştur. Çünkü, bir kontrol merkezinden yönetildikleri belli olan bu kişiler, alınan tıbbi raporları, resmi belgeleri, devlet kurumlarının onaylı adli tıp sonuçlarını, bunlara onay veren bilim adamlarını ve devlet adamlarını, bunlara dayanarak karar veren hakimleri, verilmiş kararları külliyen yok saymakta, AÇIKÇA DEVLETİ SUÇLAMAKTADIRLAR. Bu cüreti gösteren bir zihniyetin bugün yargıya, hakimlere, savcılara, Anayasa Mahkemesine yönelik akıl almaz derecede tehditvari konuşabiliyor olmaları, doğrudan yargıyı etkilemek için gündem oluşturmaya çalışmaları ve tehdit, şantaj, suçlama ve isim karalama yollarıyla devlet birimlerine kendilerince ayar vermeye çalışmaları vehamet boyutuna gelmiştir. Durumu belgelemek bakımından, Profesör Doktor Şebnem Korur Fincancı’ya atılan iftira üzerinden konunun izahını takdirinize sunuyoruz: 

Müvekkil ve arkadaşlarının, 1999 yılında yapılan operasyon sırasında, İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü'nde bazı amirler tarafından işkenceye maruz kaldıkları belgelenmiş bir gerçektir. Ardından pek çok mağdurun savcılığa şikayeti üzerine, sorumlular hakkında suç duyurusunda bulunmuşlardır. Burada işkence mağdurları, pek çok resmi rapor ile işkence gördüklerini belgelemişlerdir.  

İşkence raporları, Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın kişisel veya bireysel raporları değildir. Bunlar, İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ ÇAPA TIP FAKÜLTESİ’NİN KURUMSAL RAPORLARIDIR. Başvuru üniversiteye yapılmış, görevlendirmeyi üniversite yapmıştır. 

Raporlarda Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın imzası yanında, muayene süreçlerine dahil olan diğer akademisyen adli tıp uzmanlarının da imzaları vardır. Yani bu raporlar aynı zamanda ÇOK İMZALI KURUL RAPORLARIDIR. 

Raporların tıbbi dayanağını, Çapa Tıp Fakültesi’nin diğer polikliniklerinin muayene ve teşhis raporları oluşturmaktadır. Dolayısıyla, işkence bulguları tek bir poliklinik tarafından değil, pek çok farklı poliklinik tarafından da tespit edilmiştir. Bu nedenle söz konusu işkence raporları, farklı farklı birimlerin, farklı farklı uzmanların muayene ve analizleriyle tespit edilen işkence bulgularını yansıtmaktadır. 

Çapa Tıp Fakültesi’nin bu işkence raporları, ADLİ TIP KURUMU TARAFINDAN DA KABUL VE TEYİT EDİLMİŞTİR. ADLİ TIP KURUMU 4. İHTİSAS KURULU, RAPORDA BELİRTİLEN TÜM MUAYENELERİ TEKRARLAMIŞ VE FAKÜLTE RAPORLARINDAKİ BULGULARI AYNEN TEYİT ETMİŞTİR. 

Çapa Tıp Fakültesi’nin işkence raporları, aynı zamanda CERRAHPAŞA TIP FAKÜLTESİ ADLİ TIP ENSTİTÜSÜ’NÜN ADLİ TIP HOCALARINCA DA TEYİT EDİLMİŞTİR.  

Adli Tıp Kurumu Kanunu’na göre, üniversite raporları hukuki anlamda Adli Tıp Kurumu raporlarına eşdeğerdir. Yani aralarında Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın da bulunduğu adli tıp akademisyenlerinin imzalarını taşıyan Çapa Tıp Fakültesi’nin hazırladığı işkence raporlarının, Adli Tıp Kurumu’nun raporlarından hukuki delil gücü anlamında herhangi bir farkları yoktur. 

Sonuç olarak bu işkence raporları, Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’ya ait değildir. Bu raporlar, İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi’ne aittir. Bunlar, şahsi raporlar değil, kurumsal üniversite raporlarıdır. 

Bu raporlarda, fakülte yönetiminin işkence mağdurlarını muayene etmeleri ve bulgularını raporlaştırmaları için görevlendirmiş olduğu akademisyenlerin ve uzmanların imzaları vardır. Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, bunlardan sadece bir tanesidir. 

Söz konusu raporda adı geçen ve son günlerde çıkan haberlerde gündem yapılan kişi işkence davasının müştekilerinden Halil Hilmi Müftüoğlu olduğundan, özellikle bu konuyla ilgili olan süreci detaylandırmak elzem hale gelmiştir. Keza tüm süreci, husumetli taraftan, kulaktan dolma bilgilerle edinmiş kişilerin ve bir kısım basının vesikalık fotoğraftan işkence olduğu nasıl tespit edildi ve rapor yazıldı” başlıklarıyla yer verdiği konu, doğrudan tüm süreci yaşayan bilen kişilere hiç sorulmamaktadır.  

Öncelikle işkence, VESİKALIK FOTOĞRAFTAN DEĞİL, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin farklı polikliniklerinde, farklı uzmanlarca yürütülen ve sonrasında Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu’nca onaylanan ayrıntılı tıbbi muayene, tetkik ve analizlerle tespit edilmiştir. İşkenceye maruz bırakılanlar, 10'ar kişilik heyete çıkarılmış, her birinin analizi ayrı ayrı değerlendirilmiştir. Şöyle ki; 

Halil Hilmi Müftüoğlu, 19 Kasım 1999 tarihinde İstanbul DGM Cumhuriyet Savcısı Ayhan Gödekmerdan’a verdiği ifadede, emniyette işkence gördüğünü söylemiş ve emniyet ifadesini reddetmiştir. Bu ifadesini aynı gün İstanbul 6. DGM Yedek Hakimliği’nde de tekrarlamıştır.  

Halil Hilmi Müftüoğlu, Şubat 2000’de yani gözaltı tarihinden 2,5 ay sonra Fatih C. Başsavcılığı’na işkence şikayetinde bulunmuştur.  

Gözaltı muayenelerini gerçekleştiren doktorlar tanık olarak dinlenmiş ve bu doktorların işkenceyi teyit eden ifadeleri üzerine işkence davası açılmıştır.  

Dava, İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 2005 yılında başlamıştır. (2005/273 Esas) Halil Hilmi Müftüoğlu, avukatlarının "bir üniversite hastanesinde muayene olması" tavsiyesi üzerine İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi’ne başvurarak, davada delil olarak kullanmak üzere işkence araştırması ve raporu istemiştir.  

Çapa Tıp Fakültesi, Halil Hilmi Müftüoğlu’nu Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanlığına yönlendirmiştir. (2006) 

Bu birimin uzmanları Halil Hilmi Müftüoğlu’nu ayrıntılı beden muayenesinden geçirmiş ve anamnez almıştır. Bu muayenelere Bölüm Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı da katılmıştır.  

Halil Hilmi Müftüoğlu, işkence sırasında gözüne gelen darbeler nedeniyle göz kapağını tutan kasların yırtılmış olabileceği gerekçesiyle göz polikliniğine sevk edilmiştir. Bu birimde ayrıntılı muayene gerçekleşmiş ve gözdeki travmatik hasar rapor edilmiştir. 

İşkence mağdurlarında mutlaka TSSB (travma sonrası stres bozukluğu) geliştiği için Halil Hilmi Müftüoğlu psikiyatri polikliniğine de sevk edilmiştir. Orada Psikiyatrist Dr. Neşe Direk tarafından ayrıntılı muayene edilmiş ve poliklinik tarafından Halil Hilmi Müftüoğlu'na “TSSB ve majör depresyon” tanıları konmuştur. 

Halil Hilmi Müftüoğlu’nun gözündeki hasar ameliyat gerektirdiği için kendisi Op. Dr. Şafak Karslıoğlu tarafından ameliyat edilmiştir. Ameliyata ait Epikriz Raporu’nda, sol göze ait gözyaşı bezinin ve göz kapağını tutan kasların göze gelen darbeler nedeniyle kopmuş olduğu açıkça ifade edilmiştir.  

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi; göz polikliniği, psikiyatri polikliniği, göz ameliyatı ve Adli Tıp Anabilim Dalı'nın fiziki muayene raporlarını yan yana koyarak İŞKENCEYİ BELGELEMİŞ ve raporlaştırmıştır. Rapor, üç Adli Tıp uzmanı tarafından imzalanmıştır. Bunlar Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, Adli Tıp Uzmanı Dr. Birgül Tüzün ve Dr. Nabi Kantarcı'dır. 

Halil Hilmi Müftüoğlu, bu işkence raporuyla Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne de başvurmuştur. Bu fakültenin Adli Tıp Enstitüsü öğretim üyesi Prof. Dr. Coşkun Yorulmaz da bu İŞKENCE RAPORUNU TEYİT EDEN İKİNCİ BİR RAPOR düzenlemiştir.  

Bu raporların dava dosyasına girmesini müteakiben işkence davasına bakan mahkeme, Halil Hilmi Müftüoğlu’nu Adli Tıp Kurumu 4. İhtisas Kurulu’na sevk etmiştir. KURUL, AYNI MUAYENELERİN HEPSİNİ TEK TEK YİNELEMİŞ VE TÜM BULGULARI TEYİT ETMİŞTİR.  

Tüm bu raporlar neticesinde işkence davasında savcı, ilgili tüm polislerin işkence suçundan cezalandırılmalarını istemiştir. Heyetteki 3 yargıçtan biri “İŞKENCE VAR” demiş, ikisi “FENA MUAMELE VAR” demiştir.  

Yargıtay 8. Ceza Dairesi, bu kararı bozmuş ve (aynı kişiler için farklı şikayetler üzerine açılmış farklı davalar olduğundan) tüm işkence davalarının birlikte görülmesini istemiştir. Davalar İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde birleşmiş (2013/260 Esas) ama bu aşamada zamanaşımı gerçekleştiği için düşmüştür.  

Bu süreçte Halil Hilmi Müftüoğlu, AİHM’ne başvurmuştur. 28.02.2017 tarihinde AİHM 2. Dairesi Halil Hilmi Müftüoğlu’nun, AİHS'in 3. Maddesiyle korunan "işkence yasağı hakkı"nın ihlal edildiğine karar vererek HALİL HİLMİ MÜFTÜOĞLU LEHİNE 5000 EURO TAZMİNATA HÜKMETMİŞ, ADALET BAKANLIĞI DA BU TAZMİNATI ÖDEMİŞTİR.  

Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, iddialar üzerine konuk olduğu KRT kanalında, işkence raporu alan Halil Hilmi Müftüoğlu'nun gözlerindeki travmayla ilgili şu açıklamaları yapmıştır: 

ŞEBNEM KORUR FİNCANCI: Tabii özellikle kişilerin yani başvuruların mahremiyeti nedeniyle biz doğrudan o konuda bir açıklamaya yapmasak da sizin doğrudan sorunuz üzerine yanıt verebilirim elbette. Şöyle ki; tabii doğuştan birtakım sorunlar nedeniyle gözkapağı düşüklüğü mümkün. Ancak bunun ayırıcı tanısını yapmak da bizim sorumluluğumuz. Çünkü burada bunun gerçekten doğuştan bir problem mi? Bir hastalığa örneğin Myastenia Gravis dediğimiz bir kas hastalığına bağlı kas zafiyetine dayanan bir düşüklük mü? Bizim bunu ortaya koymamız gerekir ya da bir iddia varsa buraya yönelik bir darbe iddiası, bu darbeyle ilişkili olup-olmadığının ortaya konmasına ihtiyaç vardır. Burada darbeyle olup olmadığını ortaya koyan da bu bölgedeki dokulardaki yaralanmalardır. Ki zaten bununla ilgili yapılan tetkikler sonucunda burada HEM GÖZYAŞI BEZİNDE DÜŞME HEM DE BAĞ, YANİ GÖZ KAPAĞINI YERİNDE TUTAN BAĞIN YIRTILMASI söz konusudur. Ki zaten bizim DOĞRUDAN TEK BAŞINA VEREBİLECEĞİMİZ BİR KARAR DEĞİL, Adli Tıp biliyorsunuz ki birçok alanda çok disiplinli çalışmaları da gerektiren bir alan. Dolayısıyla ilgili disiplinlerin de devreye girmesiyle yapılan incelemeler, bu yırtığı görünür kılıp yırtığın onarımı sürecini gerçekleştirmiştir. Bir de tabii 5 yıl, 6 yıl değil 7 yıl. 2006 yılında muayeneleri yapılmış kişilerin ama yalnızca 7 yıl değil, 30 yıl sonra muayenelerini yapıp işkence ile ilgili bulguları saptadığımız olgularımız da var bizim. Yıllar sonra da saptayabilmek mümkün. 

Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, müvekkilin o dönemde, kendisinin işkence raporundaki imzası nedeniyle serbest kaldığına dair iddiayı ise şu şekilde açıklamıştır: 

ŞEBNEM KORUR FİNCANCI: Keşke raporlarımız o kadar etkili olsaydı derim. Çünkü ne yazık ki işkence ile ilgili biz tıbbi belgeleme yapıyoruz ama yargının bunları göz ardı ettiğini, dikkate almadığını da çok iyi biliyoruz. Üstelik TANIK BİLİR KİŞİ OLARAK MAHKEME HEYETİ TARAFINDAN DAVET EDİLDİM ben bu değerlendirmelerle ilgili ve orada da tıbbi değerlendirmemle ilgili sorular soruldu ve yanıtladım. Ama BUNUNLA İLGİLİ HERHANGİ BİR ADIM ATILDIĞINI DÜŞÜNMÜYORUM YANİ DAHA DOĞRUSU ATILMAMIŞ OLSA GEREK YANİ YARGILAMA SÜREÇLERİ İTİBARİYLE. RAPORLAR DİKKATE ALINMAMIŞTI. Pek çok işkence olgusunda da raporlar hiç dikkate alınmadan, işkence yapılarak elde edilmiş birtakım deliller delil olarak sunulup kişilerin tutuklanması ya da hatta hüküm giymesine neden oluyor. Oysa biliyoruz ki normal koşullarda adil yargılama ilkelerinin işlediği, hukukun üstünlüğü olan bir ülkede işkence altında elde edilen deliller geçerli olmamalı. Ama böyle olmuyor ne yazık ki.[1] 

Burada devletimiz ve yargımız bakımından vahim olan durum şudur: Devletin en muteber kurumlarında, en saygın bilim adamlarının verdikleri raporlar, bunları değerlendiren merciler, bu raporları veren saygın bilim insanları, bir anda, habersiz oldukları konuları kendine göre yorumlayan ve bu yorumu gündem yapan birkaç kişi tarafından sorgulanır hale getirilmektedir. Bu kişiler, kendilerini destekleyenlerin gücüyle, bir anda kendilerini yargıdan, mahkemelerden, adli tıp kurumlarından, profesörlerden, bilim insanlarından, devlet birimlerinden, hatta devletten üstün görmeye ve bu birimleri kendilerince (ve bilinçsizce) eleştirmeye ve pervasızca tehdit etmeye bir şekilde hak kazandıklarına inanmaktadırlar.  

Bu konuyu, katıldığı bir program esnasında Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı da dile getirmiştir: 

Davanın yürümesi için ifade verenlerin tehditle ifadelerini geri çektiği iddia ediliyor. Ama bu ifadelerin geri çekilmesiyle birlikte dava zaten daha önce akamete uğramış. Bize başvuru 2006 yılında, o zaman zaten yıllardır serbest olarak dolaşıyor bu insanlar ve dava sürecinde bizim muayenelerimiz sonucu hazırladığımız raporların öyle bir etkisi söz konusu olamaz. Kaldı ki işkence raporları ben her yerde de söyledim, keşke bu kadar etkili olabilse ama olmuyor. Çünkü yargı eliyle de işkencenin cezasızlığı devam ediyor bu ülkede. 

Neden öyle diye sorguladığımızda da, aslında tam da işkencenin bu cezasızlığı, işkencecilerin korunup-kollanmasının, bazılarına işkence yapılıp bazılarına yapılamayacağı algısında da önemli etkisi olduğunu düşünmek gerekiyor. Çünkü işkence sadece uygulanan kişiye yönelik bir şiddet eylemi değil, toplumun tamamına bir göz dağı, korkutma, sindirme davranışı ve bunu değişik araçlarla yapıyorlar. Hem işkenceyi göstere göstere yapıyorlar. 

Örneğin şunu hatırlayalım; raporlarını düzenlediğim Ebu Gureyb ve Guantanamo'da işkence görmüş kişilerle ilgili basına sızdırılmış -tırnak içinde- olan fotoğraflar var örneğin. Bu fotoğraflar öyle kendiliğinden sızmıyor basına, herkese parmak sallamak için aslında o işkenceleri yapan irade, siyasi otorite o fotoğrafları paylaşıyor ve böylece tüm dünyaya ‘biz size de gelir bunu yaparız’ demek istiyorlar. 

BENİM EVİMİN BASILMASINI CANLI YAYINDA VERMELERİ DE BİR GÖZDAĞIDIR TOPLUMA. Bakın biz bu insana bile neler yapabiliyoruz, ayağınızı denk alın demek istemektedirler. ŞİMDİ DE BU BELGESEL TAM DA BU GÖZDAĞININ BİR BAŞKA PARÇASIDIR. TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİNE YÖNELİK TÜRKİYE İNSAN HAKLARINA YÖNELİK.  

Şimdi ben 1990 yılında sınava girip doçent olmuş bir insanım. 96’da profesörlüğümü almışım, bütün bu süreç içinde özellikle de işkence konusunda sonuçta dünyanın kullandığı bir kılavuzun hazırlanmasında emek vermişim. Hani benimle yüz yüze lütfen tartışsınlar, bilimsel ortamda tartışsınlar bilim alanından insanlar. Ama sosyal medya da öyle bir alan ki, benim bilim insanlığımı sorguluyor örneğin. Hani hangi meslek grubundan olduğunu bilmediğim insanlar ‘ona da bilim insanı diyorlar’ diyor. Buyurun gelin, zaten biz bunu belli kriterlere uyarak yıllar içinde pek çok aşamadan geçerek, sınavlardan geçerek kanıtlamışız. Hani ne yapmalıyım ben başka? Ama olsun, toplumda böyle bir tartışma ortamı yaratmak. Tabii bunlar birçoğu gerçek kişiler değil, gerçek isimlerini bile kullanmıyorlar hakaret edenler. Ama gerçek kişiler var, bu gerçek kişilerin içinde gazeteci sıfatını taşıyanlar var, ama gazeteci sıfatı taşıyanlar ‘belgeyle konuşurum’ diyor. Peki buyurun HANİ NEREDE BELGE? LÜTFEN BELGEYİ GETİRSİNLER KARŞIMA, BENİMLE AYNI YETKİNLİKTE BİR ADLİ TIP UZMANI GETİRSİNLER BİRLİKTE TARTIŞALIM biz o zaman bu olguları. Ne kadar iyi olur aslında."[2] 

Müvekkil Adnan Oktar, kendisine yönelik tuzak kuran, kendisi hakkında infial yaratan, suni gündemler oluşturup tedirginlik yaratmaya uğraşan şahısları HİÇBİR ZAMAN DİKKATE ALMAMIŞTIR. Çünkü müvekkilin bakış açısı, Allah odaklıdır. Bu kişilerin Allah'ın dilediğinin dışında hiçbir güçlerinin olmadığını ve tuzakların MUTLAKA bozulmuş olarak yaratıldığını bilerek yaşar. O yüzden hiçbir tehdit veya hiçbir itibar suikastı çabası, müvekkili etkilememiştir. Müvekkil, bu yöntemlerin de sonuçsuz kalacağından, hatta kendileri için mutlaka hayır ile sonuçlanacağından emindir.  

Ancak devletin verdiği resmi belgeyi, devletin yetiştirdiği profesörleri, muayene ve analizle karar veren bilim insanlarını, devletin görevlendirdiği hakimi/savcıyı, devleti temsil eden siyasileri, kısaca aslında devletin kendisini tanımayan böyle bir azınlığın, arkalarındaki güce dayanarak bu kadar seslerinin çıkabilmesi, devleti temsil edenleri tehdit ederek, devleti kendilerince aciz konumda göstermeye çalışmaları, devlet adına çok büyük sorunlara kapı açacak gibi görünmektedir. Bu durum devletin beka sorunu olarak ele alınmalıdır. Bu konuda gereken inceleme ve soruşturmaların mutlaka yapılması gerektiği kanaatindeyiz.  

Kamuoyunun bilgisine sunarız. 

Adnan Oktar müdafi,  

Avukat Mert Yetişir 

 

 

 

  

Daha yeni Daha eski